Anayasa hemen hepimize göre bir ‘siyasi’ mesele. Ülkenin diğer siyasi meseleleri nasıl çözülüyorsa, bunun da öyle çözülmesi bekleniyor. Yani metin bir siyasi partinin perde arkası mutfağında hazırlanacak, partiler arasında görüntüyü kurtaracak bazı tartışmalar olacak ve sonuçta önümüze konacak olan anayasaya ‘evet’ diyeceğiz.
Bunun demokratlıkla ilgisi olmayan bir ‘demokrasi’ uygulaması olduğu açık. Demokrat zihniyet basitçe ‘kişilerin kendilerini ilgilendiren her karara istedikleri takdirde müdahil olabileceğini ve kendilerini neyin ilgilendirdiğine de yine kendilerinin karar verebileceğini’ söylüyor.
Relativist zihniyetin ağır bastığı modern Batı aleminde uygulama ‘temsili’ nitelik kazanıyor. Ortaya çıkan metin bir dizi gerilimi, farklı çıkarları, pazarlık süreçlerini ve ulusal güvenlik kaygılarının siyasileşme tonunu yansıtıyor.
Bu iki yaklaşımın ortak yönü yapılan anayasanın ‘yaşamakta olan’ insanlar için olduğu. Geçmişe referanslar saygının gereği ama anayasanın maddeleri eski ideolojik bakışın ötesine geçmekte tereddüt etmiyor. Arada çelişki olmaması için de kadim kurucu ideoloji olabildiğince genel ilkeler ve ahlaki tutumla ifade ediliyor. Her iki yaklaşım da geleceğin öngörülemeyecek koşul ve talepler (hatta kimliksel farklılıklar) ima edebileceğinin farkında davranıyor. Dolayısıyla ortaya “gelecek nesillerin iradesine ipotek koyacak” bir metin çıkmıyor.
Tırnak içindeki ifade Hüda Par Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu tarafından kullanılmıştı. Ülkenin en ‘bağnaz’, dolayısıyla en ‘anti-demokrat’ ve ‘anti-liberal’ partilerinden biri olarak işaret edilen bu hareketin genel başkanının, tek başına (bütün diğer ‘demokrat’ ve ‘liberal’ geçinen partilerden ayrışarak) gerçek bir demokrat-liberal pozisyonu savunması çok ilginç.
(Üstelik bu pozisyon epistemolojik olarak dinle de çelişkili! Dindarlığıyla maruf Hüda Par kendi başkanının ağzından mütekabiliyete dayanan bir bilgi anlayışını savunuyor ve geleceğin bir anlamda ‘bilinemez’ olduğunu, din dahil hiçbir şeyin ‘ilelebet’ olmadığını en azından zımnen kabul ediyor…)
Bu ‘yaman’ çelişki Türkiye’yi anlamak için iyi bir fırsat.
Yeni bir anayasa tartışması var ve esas konu halen geçerli olan metnin 4. Maddesinin kalıp kalmayacağı. Birinci ve üçüncü madde üzerinde tartışma yok. Türkiye bir cumhuriyet, dili Türkçe, başkenti Ankara. İkinci madde rejimin özü ve dolayısıyla sıkıntılı. Çünkü ‘milli dayanışma’, ‘Atatürk milliyetçiliği’, ‘laik’ (ve hele ‘demokratik’) gibi içeriğinin ne olduğu, nasıl yorumlandığı belli olmayan ifadelere sahip. Dördüncü madde ise ilk üç maddenin ‘değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ olduğunu söylüyor.
Kısacası rejimin içeriğini muğlak yani yoruma açık bırakan, üstelik ideolojik statü kimde ise onun uhdesine terk eden bir anayasa yapmışız ve de (yetmiyor gibi) bu durumun ‘değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ olduğunu kabul etmişiz.
Akla doğal olarak şu soru gelebilir: ‘Değiştirilemez’ denmesi niçin yeterli olmamış? Niye ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ denmiş? Çünkü ‘teklif’ kamusal alanda bir tartışma, siyaset imkanı demektir. Oysa anayasada teklifi yasaklarsanız, her türlü rejim tartışmasını asayiş meselesine, hatta ihanete dönüştürülebilirsiniz.
‘Siyaset’ var olan duruma yeni tekliflerdir… Anayasada ‘teklifi’ yasaklamak siyasetin gerçekte yasak olduğunu gösterir. Neden acaba? Soruya tersten yaklaşmak daha göz açıcı: Siyaset niye serbest, özgür, herkese açık olsun ki? Buna uygun bir zihniyete sahip olmadığımız zaten belli. Gücü ele geçirmiş, hasbelkader ‘devlet’ olmuş insanlar, kadrolar, ağlar bu imtiyazlarını niye biz ‘sıradan’ vatandaşlarla paylaşsınlar ki?
Anayasaya sadece kendilerinin tanımlayacağı, içeriğini istedikleri gibi yorumlayacakları maddeler koyarlar ve bunların değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini de yine anayasa ile güvence altına alırlar.
Dolayısıyla kimse 12 Eylülcüleri suçlamasın, bunca yıldır niye aynı Anayasa ile yaşıyoruz diye hayıflanmasın. Herhalde bu Anayasa sayesinde güç sahibi olanlar kendi istekleriyle anayasa değişimine gidecek değiller. Değiştirmek, o yönde tartışma açmak veya teklif getirmek durumdan memnun olmayanların işi olmalı. Ancak görünüşe göre bu kategoride sadece Hüda Par var. ‘Biz sıradan vatandaşların’ pek de şikayeti yok. Hatta şimdi bir kanatta Hüda Par’ı görünce tümden ‘devletlilerin’ yanında yer almamız hiç şaşırtıcı olmaz.
Diğer deyişle ‘biz sıradan vatandaşlar’ devletin bizi tanımladığı işlev ve konuma razıyız. Ötesine aklımızın ermediğine, devlet işlerinin sahibine bırakılması gerektiğine inanıyoruz. Yönlendirilmesi gereken, büyüklerine güvenen, olası tehlikeler karşısında onlara sığınan çocuklarız…
Kendimize ait, nasıl yaşamak istediğimizi yüksek sesle düşünecek bir irademiz yok. Öteki cemaatin alan genişletmesindense, devletin tahakkümünü yeğliyor, ülke dizginlerinin siyaseti perde olarak kullanan bir nüfuz ve rant sistematiğinin eline geçme ihtimalini önemsemiyoruz. Çocuğuz ve çocuk olmaktan, çocuk kalmaktan memnunuz.
Madalyonun öteki yüzünde ise, söz konusu toplumsal kültürün tamamlayıcısı olan ‘devletliler’ var. Bize çocuk muamelesi yapıyor, çocuk kalmamızı istiyorlar. Hazırladıkları siyasi üst metinleri referandumla önümüze koymalarına razı gelmemizi, bununla yetinip kendimizi ‘vatandaş’ hissetmemizi istiyorlar.
Anayasa’nın 4. Maddesi ‘devletlilerle’ ‘vatandaşlar’ arasındaki aşılmaz mesafenin taşıyıcısı. Bu madde olmasa vatandaşla ‘devletli’ arasında fark kalmayabilir, rejim meselesi sıradan insanların konusu haline gelebilir, (maazallah) bir gün ülke vatandaşların eline bile geçebilir. O nedenle ‘değiştirilemez’ hükmü getiren 4. Madde devlet katında yer alanların maddi ve manevi imtiyazı, sıradan insanlar üzerindeki egemenliğidir.
Anayasalar ister istemez bir güç ve nüfuz dağılımı ima eder. Batı alemi bu dağılımı olabildiğince eşitlikçi ve şeffaf yapmaya çalışıyor. Oysa bizdeki gibi ataerkil/otoriter zihniyet bileşiminin egemen olduğu toplumlarda söz konusu güç ve nüfuz dağılımı işin esası. Anayasalar bunun için yapılıyor, kurulan sistemin olabildiğince uzun süre yaşaması için uğraşılıyor.
Dolayısıyla ‘değiştirilemez’ maddeler değişmesi istenmeyen bir güç ve nüfuz ilişkisine işaret ediyor. Değişimi istemeyenler ideoloji, siyaset ve rant mekanizmaları açısından toplumun geri kalanına egemen. ‘Değişmemeyi’ savunmak gerçekte bu sistemden yararlananların ‘anayasa dışı’ iktidarlarını da savunmak anlamına geliyor.
Belki bazılarımızın zihninden anayasaların burada anlattığım gibi ‘devletlilerin’ değil, halkın egemenliğini ifade ettiği geçmiştir. Okulda (çocukken) öğretilen ve hala tekrarladığımız bu klişe ancak mizahi bir yaklaşıma konu olacak cinsten… İki nedenle.
Birincisi ‘halk’ kimlerdir, bu kavram nasıl tanımlanır, sınırı nereden çizilir meselesi. Çünkü ‘halk’ ancak kanunla tanımlanabilir ve bunu da anayasalar yapar. Diğer deyişle (egemenlik hakkı olan bir) ‘halk’ olmanız için önce bir anayasa lazım. İyi de o anayasayı kim yapacak. Bildiğimiz üzere bunu hemen her zaman ihtilalciler yapıyor. Eski anayasayı ılga edip yenisini getiriyorlar. Ve tabii bunu yaparken de eski anayasayı ihlal ediyor, suç işliyorlar. Nitekim başarısız olduklarında asılıyorlar. Ama başarılı olduklarında siyasete ayar veriyor, darbe yapıyor, kendileri öldükten sonra bile toplumun özgürlük sınırlarını çizmeye devam ediyorlar. Demek ki bizleri ‘halk’ kılan onlar! Kimlerin bu tanımın içinde, kimlerin dışında olduğuna, ‘halkın’ nasıl düşünmesi ve davranması gerektiğine onlar karar veriyor.
İkincisi bu muhakemenin devamı olan egemenlik meselesi. Egemenliğin kriteri nedir? Bir toplulukta kimin egemen olduğu nasıl anlaşılır? Yüzeysel olarak bakıldığında “kuralları koyan egemendir” diyebiliriz. Ancak insanlık tarihine daha dikkatli baktığımızda “kurallara uymadığı halde bedel ödemeyenlerin” asıl egemenler olduğunu görüyoruz. Bizde uzun süre askeriye gibi, ya da birçok ülkede devletle ilişkili mafya gibi. Hemen her zaman egemenlerin (genellikle silaha dayalı) bir caydırıcı güce sahip olduğunu, yani şiddet kullanma hakkını elde tuttuğunu da görüyoruz. Buradan çıkan sonuç esas egemen olanın halk değil devlet olduğu, devletle iç içe geçebilen kesimlerin söz konusu egemenliği paylaştığıdır.
Velhasıl ‘halk egemenliği’ sıradan insanları ‘çağdaş’ hissettirmeyi amaçlayan bir klişeden ibaret. Egemenlik anayasaların içeriğini ve sınırlarını çizen, onu ‘değiştirilemez’ hale getirenlerin elinde. Nitekim şimdi de bu imtiyazlarını devam ettirmek üzere aynı ‘anayasa ruhunu’ sürdürmeye çalışıyorlar.
Devlete intisap etmiş olmak, kişilere yeni bir kimlik ve anlam veriyor. Yeniden doğmuş gibi oluyor, bir anda çocukluktan çıkıp onları sarmalayan ‘devlet olgunluğunun’ parçası haline geliyorlar. Diğer deyişle ‘devletli’ olmak vatandaşın çocukluğunu sona erdirebilen tek çıkış yolu olarak tanımlanmış. Çocukluktan kurtulmak isteyen vatandaş devlete yanaşmak, parçası olmak zorunda.
Ama asıl trajik olan devlete intisap edememiş, egemenliği birtakım (tanımadığı) perde arkası ilişkilere ve güç dengelerine terk etmiş vatandaşın, aynı devleti manen sahiplenmesi. Devletsiz var olmayacağına olan inanç, devletsizlik korkusu vatandaşı devleti (ülkesi ve milletiyle birlikte) benimsemeye, devletle manen bütünleşmeye sevk ediyor. Sonuç vatandaş denen kişinin kendisini devlet için feda edecek noktaya kadar sürüklenmesi, bu süreçte kişiliğinden vazgeçmesidir.
Daha da ‘trajik’ olarak, kişiliklerinden vazgeçmenin ağırlığını taşıyamadıkları ölçüde, vatandaşlar ödenen bedelin üstünü örtmek, onu bilinçten uzaklaştırmak adına devlet sahiplenmesinde uç noktalara gidebiliyorlar. Türklük devletle bütünleşiyor. Milliyetçilik bir devletçi ideoloji haline geliyor.
‘Devlet’ ise doğal olarak bu kişiliksizleşmiş ama devlet eliyle kimlikleşmiş vatandaş tipolojisini seviyor. Onlara ‘adam’ olduklarını söylüyor, diğer deyişle vatandaşı ‘adam’ ediyor. Ama işin aslı, vatandaş böylece daha da çocuklaşıyor, kendini kandırması kolaylaşıyor ve böylece çocuk kalması garanti altına alınıyor.
Osmanlı’dan bugüne bu coğrafyada devletin temel kaygısı ve işlevi vatandaşı (cemaatleri ve halkı) çocuk kıvamında tutmak ve onun çocuk olmaktan gurur duymasını sağlamak oldu. Modern zamanda okullar ve medya buna hizmet etti. Vatandaşa bu amaçla gerçeklikten uzak, onu tahrif eden anlatılar, hikayeler, kahramanlık kitap ve filmleri sunuldu.
Sonuçta ortaya egemenlik meselesini tümüyle devlete ve devletlilere terk etmiş, kendisine ‘vatandaş’ dendiği için ‘adam’ olduğunu zanneden bir geçimsiz çocuklar yığını çıktı.
Biz buyuz… Kendimize çıplak gözle, önyargısız bakma zamanı çoktan geçti. Ama yine de hayat bazı fırsatlar üretiyor. Anayasa yapımı gibi… ‘Halk’ olarak ihtilale soyunacak halimiz yok. Zaten ihtilalcilikten hayır geldiği de görülmüş değil. Ama siyaset yapabiliriz… Nasıl bir ülke, nasıl bir hayat, nasıl bir gelecek istediğimizi başkaları önünde yüksek sesle düşünebilir ve diğerlerinin ne söylediğine kulak verebiliriz. Bunu kurumlar içinde ve onlar üzerinden gerçekleştirmek etkisini daha da güçlendirebilir.
Başlangıç için hayal gücümüze set çekmeyi bırakabilir, kendimizi en azından zihnimizin içinde özgür kılabiliriz.
Bunu yapamıyorsak hiç şikayet etmeyelim. Çünkü siyasete cesaret edemediğimiz ölçüde büyüyemez, hikayelerle avunur, onlara sığınır, çocuk kalırız.
Tabii anayasa falan da yapamayız. ‘Devletin’ kotarıp önümüze koyduğu anayasalarla yaşar gideriz…